Bir televizyon kanalında ‘ Başka Bir Hayat Mümkün’ isimli bir programa denk geldim. Daha sonrasında aynı kanalda aynı programın bir kaç serisini daha izledim. Program şehir yaşantısından ve/veya ofis yaşantısından sıkılan beyaz yakalıların şehri ve işlerini bırakıp kırsal alanlarda alternatif hayatlar kurmaları üzerine idi. Kırsal hayatın temel özelliği yarışmacı veya hiyerarşik bir ilişki gerektirmemesidir. Günümüz insanının diğerleri ile kurduğu bağlar çoğunlukla ben ve o tarzında ve rekabete yöneliktir. İşyerindeki ilişkilerimizin çoğunun altında içten içe bir rekabet ve kışkançlık duygusu vardır ve mevcut kapitalist sistemde bu bireylere gerekli bir durum olarak dayatılmaktadır. Sistemin büyümesi ve ilerlemesi için gerekli bu ilişki biçimi birey için çoğu zaman zorlayıcı ve kaygı oluşturucudur. Birçok beyaz yakalının tarıma dayalı alternatif üretim ilişkilerine geçme istemelerinde bu yoğun kaygıdan kurtulma ve insanlarla rekabete değil işbirliğine dayalı bir ilişki geliştirme çabasının olduğunu düşünmekteyim. Fakat rekabetçi ortamı tamamen terk ederek bir çeşit münzevi bir hayata dönmenin bir süre sonra hayata karşı istekliliğimizi azaltabileceği ve hayat enerjimizi düşürebileceği unutulmamalıdır.
Çoğu zaman naif hayallerle yerleşilen kırsal bölgelerde aslında insanın doğasının kırsal veya şehir insanı olmasından bağımsız benzer olduğu gerçeği ile karşı karşıya kalırız. Özellikle köy yerleşimlerinde öteki olarak köylüler tarafından gözlem altında olmanız bir süre sonra çok can sıkıcı olabilir.
Heideger ilişki içinde olduğumuz kişiler ve çevreyi önemsememizin insan olmanın önemli parçası olduğundan bahseder. Dünyamız öteki insanların varlığı olmadan çok sınırlı ve gelişimden uzak olacaktır. Varoluşçu bakış açısına göre ilişkiler bize kendimiz olmanın önünde bazı engeller çıkarsa da, hayatımızda ötekiler ve zorlanmalar olmadan gelişmemiz pek mümkün değildir. Viktor Frankl’a göre kendimizi aşmanın yolu kendi deneyimimize sahip çıkarken diğer yandan da bazı yükler getirse de öteki insanlarla ilişki içinde olmamız gerektiğidir. Hayatımızdan ötekileri ne kadar çıkarırsak anlamlı hayat sürme şansımız o kadar azalmaktadır. Kırsal bölgede alternatif bir hayat oluşturmanın mutlaka ötekilerden bağımsız münzevi bir hayat anlamına geleceğini söylemiyorum. Fakat yinede uzun süredir şehirlerde yaşamış ve buna göre yaşam alışkanlıkları geliştirmiş kişiler için kırsal hayatın da oldukça zorlayıcı yanları olabileceği gözönünde tutulmalıdır.
Yaşanan ortam insan psikolojisini bir yere kadar etkiler. Ortam değiştirmeden, mevcut üretim ilişkileri içinde kalarak da kendimize işbirlikçi ve otantik bir yaşantı oluşturabiliriz. Otantik yaşantı sadece istediğimizi yapmak değildir. Otantik yaşantı istemediğimiz kişi ve ortamları ne pahasına olursa olsun terk etmek yerine, yaşantımızın ve tercihlerimizin neden ve niçinlerinin farkında olarak sorumluluk almaktır. Örneğin yaptığımız işi sevmeye biliriz ama mevcut şartlarda bu işe bir süre devam etmemiz gerekiyorsa bu şartların farkında olarak gereğini yapmak otantik bir yaşantıdır diyebiliriz. İçine doğduğumuz toplum ve aile bize bir değerler sistemi sunmaktadır ve çoğumuz bu değerler sistemi içinde bize sunulan bu hazır format içinde yaşamımızı devam ettirmekteyiz. Örneğin cinselliğe bakışımızda içinde doğup büyüdüğümüz aile önemli belirleyiciliğe sahiptir. Bazılarımız kendi özgün istekleri doğrultusunda bu hazır verili değerlerin dışına çıkmayı başarıp daha otantik bir hayat sürmeyi başarabilmektedir. Bazılarımız için bu gelişim ve özgürleşme pek mümkün olamamakta ve bu durumda da bazı psikopatolojiler ortaya çıkabilmektedir. Psikoterapi kişilere nasıl bir hayat sürmek istedikleri ve bu hayatı sürmelerine nelerin engel olduğu konusunda yol gösterici olabilmektedir.
Hayatımızda farklı yaşantıları denemeden bize nasıl hissettireceğini bilmemiz çok mümkün değildir. Bu deneyimlemeler sonucu mutlu olmayabiliriz ve vazgeçebiliriz. Bu durumdan pişmanlık duyabiliriz ya da çevremizdekiler tarafından maymun iştahlı olarak suçlanabiliriz. Burada önemli olan diğerlerinin değerelendirmelerini bir yana bırakıp kendi iç sesimizi dinlemek ve eylemimizin sorumluluğunu almaktır. Risk almadan ve denemeden bize sunulan çerçeve içinde yaşamak da gerçek bir yaşantı olmayacaktır. İnsanın ölümlü olduğunu ve hayatta sınırlı bir süresinin olduğunu bilmesi harekete geçmesi için önemli bir motivasyondur.
Kierkegaard ‘ Hayat çözülmesi gereken bir sorun değil, yaşanması gereken bir deneyimdir’ demiş. Söyle arkanıza yaslanıp günlük hayatınızı bir düşünün. Ortalama bir gününüzün ne kadarı ödevler ve çözülmesi gereken sorunlarla ne kadarı ise keyif aldığınız zamanlarla geçiyor. Sabah işe gitmeden önce yaptığınız kahvaltı karın doyurmak için gerçekleştirdiğiniz bir angarya mı? Yoksa yalnız veya sevdiklerinizle kısa süreli de olsa güzel bir çay veya kahvenin kokusunu hissedeceğiniz, sohbet edeceğiniz bir fırsat mı? İşe giderken trafik yoğun olsa bile arabanızda veya servis aracında dinlediğiniz güzel bir müzik size neden heyecan vermesin? İş yerinizdeki üretileriniz sizin için ne kadar keyif verici? Eğer hayata sadece sorun ve sorun çözme penceresinden bakıyorsak ortam ve iş değiştirmek bizi bir yere kadar kaygıdan uzaklaştırır.
Kendimizle ilgili temel meseleleri çözmeden ortam değiştirmek meselelerimizi yeni ortama taşımaktan başka işe yaramayacaktır. Sizinle amatör yelkencilik deneyimimdeki gözlemlerimi paylaşmak isterim. Çoğu beyaz yakalı emekli orta üst gelir grubundan oluşan yelkenli tekne sahipleri teknelerini alırken doğa ile başbaşa kalma ve huzurlu bir hayat sürme hayali kurmuşlardır. Tekne sahibi olduktan sonra tekne onlar için kurdukları güzel hayalleri gerçekleştirecek bir araç olmaktan çıkıp, devamlı eksiklerinin giderileceği, temizlenecek, marina konaklamasının organize edileceği adeta bir yük veya iş haline gelebilmektedir. Teknedeki eş ve çocuklar bir anda yönetilmesi ve direktif verilmesi gereken insanlar haline gelmektedir. İş yaşamından gelen sorumluluk ve görev odaklı olma hali emeklilikte de devam etmekte, stresi azaltmak için sahip olunan bir nesne aksine stresi arttırıcı bir nesneye dönüşmektedir.
Belki aynı yazı içinde iki çelişkili görüş ortaya koymuş gibi olabilirim. Bir yandan yeni bir hayat tarzının deneyimlenmeden bilinemeyeceğini söylerken diğer yandan da kendimizi anlamadan ve gerçekte neye ihtiyacımız olduğunu keşfetmeden atılacak bu tür adımların pek de bir fark yaratmayacağını vurgulamaya çalıştım. Varoluşumuz zaten doğası gereği çelişkiler içermektedir ve hayat bizi hep bir seçim yapmak durumunda bırakmaktadır. İnsan değişen ve dönüşen bir canlı olduğundan ihtiyaçlarımızın ne olduğunu tam olarak anlamamız ve kendimizi keşfederek mutlak huzura kavuşmamız pek mümkün gözükmemektedir. Önemli olanın seçimleri yapma cesareti gösterecek ve sonuçlarını da kabul ederek sorumluluğunu alacak ruhsal olgunlukta olmak olduğunu düşünüyorum. Burada mutlak tanımlı bir olgunluktan bahsedilemez. Ruhsal olgunlaşma yolculuğunda kimimiz spontan olarak daha hızlı yol alabilir. Bazılarımız ise bu yolculukta acı veya tatlı deneyimleri yaşayarak daha yavaş yolalabilir. Psikoterapi süreçleri de ruhsal olgunlaşmamıza katkıda bulunabilir. Sonuçta varılacak yerden çok farkındalıkla bu yolculuğa devam etmektir önemli olan.
Seçeneklerimiz ve seçim yapma kaygımız olmasa idi hayat ne kadar sıkıcı olurdu değil mi? Sonuçları ne olursa olsun farklı deneyimler ve özgür seçimlerimiz olmadan yaşıyoruz demek zor. Bu arada gerçekten hayalini kurabileceğimiz bir Ege kasabası kaldı mı?
コメント