‘Sapere Aude’
(Aklını kullanma cesaretini göster)
Horatius
Erich Fromm ‘ Sahip Olmak ya da Olmak’ isimli kitabında ‘Sahip olmak’ ve ‘olmak’ olgularını birbirine karşıt iki varoluş biçimi olarak tanımlar. Fromm, ‘sahip olmak’ halinde kişi ile sahip olunan şeyler arasında canlı bir ilişki olmadığından, hem kişinin hem de o şeylerin birer nesneye dönüştüğünden bahseder. ‘Olmak’ ise daha zor olmakla birlikte insanı özgürleştiren, sevgiye ve paylaşıma dayalı bir varoluş biçimidir. Günümüz insanın varoluş biçimi çoğunlukla daha kolay ve içgüdüsel olan ‘sahip olmak’ yönündedir. Fromm, ‘kişinin tüm ruhsal sağlığı ve dengesi, olabildiğince çok şeye sahip olmaya bağlı olduğu sürece, nesneler kişilere bağlı olmaktan çıkar, kişiyi denetler hale gelir’ der. Hangimiz istemli olarak denetimimizi nesnelere devretmek isteriz ki?
Plaza insanı (!) (Homo Plazaus) olarak çalıştığım dönemlerde öğlen yemeği için sıklıkla işyerime yakın bir alışveriş merkezine giderdik. Buraya çoğunlukla civardaki plazalardan beyaz yakalı çalışanlar gelirdi. Çalışanların çoğu öğle yemeği sonrası vakit geçirmek için mağazaları dolaşır ve alışveriş yaparlardı. Ben de ihtiyacım olmayan pek çok şeyi bu zamanlarda satın almışımdır. Zaman zaman kendimin ve çevremde alışveriş yapan beyaz yakalıların bir deneyin parçası olduğumuzu düşünsem de yine de bu çemberin tam dışında kaldığım söylenemezdi. Peki bu farkındalığa rağmen beni deneyin dışında kalmaktan alıkoyan neydi? İnsanın tüketme davranışını anlayabilmemiz için konuyu ekonomik, psikolojik, sosyolojik ve antropolojik temelleri ile birlikte çok boyutlu ele almamız gerekir. Bu yazıda ağırlıklı olarak satınalma davranışımız psikolojik boyutu üzerinde duracağım.
Günümüzde, her mecrada karşılaştığımız tüketimi teşvik eden reklamlar dijital teknolojilerin gelişmesi ile ücra köylere kadar ulaşmış ve her sosyal kesimden insanın tüketim ve satınalma tercihlerini belirler olmuştur. Günümüzde özellikle şehir insanın satın aldığı mallar fonksiyonun ötesinde sembolize ettiği imaj ve anlam için alınmaktadır. Tükettiklerimizi kimliğimizin bir yansıması ve statü sembolü olarak algılamamız istenmektedir. Bugün nöropazarlama uzmanları bir malın daha fazla tercih edilmesindeki psikolojik faktörleri incelemekte ve bizleri bir çeşit denek gibi görmektedirler. Her farklı sosyal sınıf için tüketim kodları oluşturulmakta ve tüketici de bu çerçeve içerisinde tüketerek kendini sınıfına veya hayal ettiği sınıfa ait ve güvende hissetmektedir. Örneğin çok pahalı bir saat ile ortalama bir saatin dakiklik ve fonksiyon açısından anlamlı farkı olmamasına rağmen pahalı saati tercih ederek onun sağladığını düşündüğümüz statüye ve sınıfsal aitlik duygusuna kavuşuruz. Çok sevmediğimiz halde yine statü kaygısı ile lüks bir restoranda füzyon yemekleri yerken aklımızdan belki de köfte piyaz yemek geçiyordur. Tüketim araçları günümüzde artık sessiz bir iletişim dili olarak kullanılmaktadır.
Beyaz yakalı çalışanlarda maaşlarının ve alım güçlerinin çok üzerinde saat, ayakkabı, çanta, kıyafet gibi görünür ürünlerin tüketimine sıklıkla rastlamaktayız. Çoğu zaman sabit gelirli plaza çalışanları bunları borçlanarak veya aile desteği ile almakta ve ait olmadığı bir sınıfın insanı gibi davranmaya çalışmaktadır. Yönetici olarak çalıştığım yıllarda asistanlarımın iki üç maaşı kadar bir çanta veya ayakkabı almasına şaşırarak tanık olmuşumdur. Kişilerin bu davranışının altında narsistik bir tutum ve ancak bu ürünleri tüketirse sevileceği, beğenileceği ve kabul göreceği düşüncesi vardır. Günümüz toplumu tüketim toplumu olarak adlandırılmakta ve tüketimin sebebinin kapitalist sistemin insanları kandırarak daha fazla tüketmeye yönlendirildiği yaygın bir kanı olarak kabul görmektedir.
Aslında insanoğlunun lüks tüketim isteği ve davranışı çağlar boyu hep olmuştur. M.Ö 400 lü yıllarda Sokrates’in öğrencisi Aristippos tarafından ortaya konan ve Epikür tarafından geliştirilen ‘hedonizm’ kavramı ile karşılaşmaktayız. Hedonistler mutlu olmak için insana ne haz veriyorsa onu yapması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Tüketim ile haz arasında bir ilişki olduğunu varsayarsak, tüketim ile mutlu olunabileceği düşüncesi kavramsal olarak antik çağdan bu yana insanoğlunun gündemindedir. Diğer yandan ise insanın hazza yönelim ve tüketerek mutlu olmasının mümkün olmadığını hatta tam tersine en az ile yetinerek ve sahip olma duygusundan kurtulup daha mutlu olunabileceği düşüncesi de aynı dönemlerde Antisthenes tarafından kavramsallaştırılmış ve ‘kinizm’ olarak anılmıştır. Bu geniş spekturumda, günümüz insanının hedonizm’e daha yakın olduğunu, bunun da kişisel tatminsizlik yarattığını söyleyebiliriz.
Peki alışveriş ne zaman normal dışı veya hastalık olarak adlandırılır? Dünya Sağlık Örgütü takıntılı bir şekilde alışveriş davranışını ‘diğer spesifik dürtü kontrol bozuklukları’ altında tanımlamıştır. Bugün bir çok ruh sağlığı profesyoneli takıntılı bir şekilde, ihtiyacının ve finansal gücünün ötesinde alışveriş yapma halinin bir hastalık (alışveriş bağımlılığı) olarak tanımlanması gerektiğini düşünmektedir. Alışverişkolik diye de adlandırabileceğimiz bu durumdaki kişilerin kafası sıklıkla yoğun ve önlenemez alışveriş isteği ile meşguldür. Alışveriş genellikle başka olumsuz duyguların dışavurumudur ve geçici bir rahatlama hali sağlayabilir. Alışveriş ile duygusal yaralarımızı sarmaya çalışırız çoğu zaman. Fakat rahatlama etkisi çok kısa sürede geçer ve yine tekrarlanır. Uzun dönemde ise yaratacağı ekonomik veya ailesel sorunlar ile kişide daha yoğun stres yaratacaktır. Bu süreçte ailelerin dağılması veya yüklü borç batağına saplanma görülebilmektedir.
Özellikle evden online alışveriş sitelerine kolay ulaşım da alışveriş bağımlılığını arttırmıştır. Yapılan bir çalışmada hastaların üçte birinin spesifik olarak ‘online alışveriş’ bağımlısı olduğu görülmüştür. Bir başka çalışmada Amerikalıların yaklaşık %6 sında bir şeyler almaya karşı kontrol edilemez istek olduğu tespit edilmiştir. Birçok kişi satın alma sırasında yoğun heyecan, hatta cinsel haz duyduklarını belirtmişlerdir. Fakat alışveriş sonrası sıklıkla üzüntü, pişmanlık ve satınalınan objeden kısa sürede soğuma mevcuttur. Çalışmalar Alışverişkoliklerin %50 den fazlasında depresyon olduğunu göstermektedir ve antidepresan kullanımının alışveriş yönelimini azalttığı görülmüştür. Bipolar hastalıkların hipomani veya mani döneminde de takıntılı alışveriş görülebilir.
Eğer alışveriş dürtünüzü kontrol edemiyorsanız ve bunun sonucunda da ekonomik ve sosyal sıkıntı yaşıyorsanız bir ruh sağlığı uzmanına danışmalısınız. Eğer takıntılı alışveriş hastalığı ile birlikte anksiyete bozukluğu, depresyon, yeme bozukluğu veya madde bağımlılığı gibi bir ruhsal hastalık varsa bu hastalıklara yönelik tedaviler fayda sağlayabilir. Takıntılı Alışveriş Hastalığında genellikle bilişsel ve davranışçı psikoterapi yöntemleri kullanılmaktadır. Bazı kendine yardım stratejileri de fayda sağlamaktadır. Bunlar, yeni hobiler edinme, alışveriş listesi oluşturup bu listeye sadık kalma, kredi kartı yerine nakit kullanmak, üye olduğunuz alışveriş sitelerinden üyeliğinizi silmek, meditasyon ve yoga gibi etkinlikler olarak sıralanabilir.
Yaşamımıza bizden başka hiçbir nesnenin anlam katamayacağının bilincinde olmamız gerekmektedir. İnsan sahip olduklarından ibaret olursa, sahip olduklarını kaybettiğinde büyük bir çöküş yaşar.
Kommentare